Sanatta Nesnellik ve Öznelliğin Kaynağı ve Sınırları

                                                                                         (Resim: Rachelle Ferrell)


Sanat, insan doğasını keşfetme ve özgürleştirmede en iddialı alandır. Öyle ki felsefe dahi bu imkâna bir derece maliktir çünkü sanatta felsefeden farklı olarak doğrudan pratiğe dökme edimi vardır. Bu da, direkt olarak bir kendini gerçekleştirme, bir öz-fark edim deneyimi ve  olduğun halde hürleşip akışma imkânı tanır. Ancak gelin görün ki elimizdeki bu tek imkân sahasına da bilim muamelesi yapmaktan geri durmuyor; onu ‘olmalı’ ve ‘olmamalı’lara, dikte edilen mutlak doğru ve yanlışlara hapsediyor ve doğasını daraltıyoruz. Sanat ancak, sanatın tarihçiliği yapıldığı müddetçe bilim sahası kulvarında değerlendirilebilir, kendisi bir bilim değildir; kendisini gerçekleştirenler ile gerçekleştirdikleri eserlerin bilgisi ile ilgili malumatlar birikimi bir bilimdir.

Öncelikle şunu netleştirmek gerekir: Sanat dallarında herkesçe kabul edilmesi su götürmez netlikte olan nesnel realiteler neler olabilir? İlk akla gelen tek sıhhatli cevap Teknik’tir. Sözgelimi tiyatro oyuncularının birbirlerini marke etmeyecek şekilde konumlanarak oynamaları gerektiği gerçeği, edebiyatçıların anlatım bozukluğu yapmaksızın meramlarını anlatması durumu, yahut bir ses sanatçısının diyaframından en maksimum düzeyde nasıl faydalanabileceği bahsi, zihni tartışmasız tek cevaplara götüren nesnel konulardır. Yani bir icrayı yapmak hedeflendiğinde, teknik anlamda nasıl doğru gerçekleştirileceği konularının cevapları belirlidir. Ancak o icrayı yapma biçimine, yani gerçekleşme tarzı ve stillerine gelindiğinde konu tamamen öznelleşir ve bireysel bir hal alır. Burada açığa çıkan şey, sanatçının zevkinden, mizacından ve karakter özelliklerinden beslenen kişisel bir dışavuruma dönüşür. Eser biçiminin kaynağı, icracının bizatihi kendi kişilik biçimidir. Artık burada doğrular ve yanlışlar yoktur; ancak, ‘bana hitap ediyor’ ve ‘etmiyor’lar olabilir.

Ne var ki sanat eleştirilerinde en sık yapılan yanlışlar da tam bu bağlamda oluşur. Sözgelimi bir şiiri ağdalı olduğu için abartılı bulmak yahut minimalist tarzda bir şarkıyı sadelikle ve ruhsuzlukla itham etmek gibi görüşler, kişinin tamamen kendi şahsi öznel duyuşuyla sanatçının öznel duyuşunu yargılaması ve bu kişisel yargısına da nesnel bir görüntü vermesi gibi çarpıklıklardır. Burada öncelenmesi gereken esas soru şudur:  Şair zaten ağdalı bir şiir yazmayı mı amaçlamıştır? –Ki o halde başarılıdır çünkü yapmak istediği şeyi tam olarak gerçekleştirmiştir. Yahut, ses sanatçımız abartıdan uzak sade, sakin ve duru bir şarkı yorumunu mu amaçlıyordu? O halde o da başarılıdır. (-Eğer bu tercihler teknik bir aksaklığa yol açmıyor ise.) Dolayısıyla bir sanat eserini değerlendirirken ilk olarak göz önüne almamız gereken ölçüt, sanatçının yaptığı şeyi, tam da böyle bir şey yapmayı amaçlayarak mı yaptığı sorgusudur. Amaçladığı şeyin ne kadarını ortaya koymayı başarabildiği; ortaya koyduğu şeyin ne kadar amacına uygunca gerçekleşebildiği sorgusudur. Hatta bence bu sorgular, sanat eleştirmenliğinin en birincil ilkesi olmalıdır. Neden bunu amaçladığı yahut bu amacının falanca nahoşlukta olduğuna dair sorgu ve değerlendirmeler ise sanat alanının doğasına tamamen aykırıdır ve kendini kabullendiremez –ve dahi değillenemez- niteliktedir. Zira bu yargı da, en az sanatçının şahsi dışavurumu kadar öznel ve kendini bağlar bir yargıdır.

Sözgelimi Patti Labelle ve Jennifer Holliday gibi vokaller, tiz notalardan aşağı inmeyi hiç sevmeyen ve –halk deyişiyle- hep çok bağıran (teknik adı ile, forte-fortissimo-fortississimo tuşeleriyle seslendiren), hatta sık sık çığlıklar atan, yeri geldi mi coşkusundan mikrofon fırlatan ve yeri geldi mi de sahnede yerlere uzanarak şarkı söyleyen ses sanatçılarıdır. Konserlerindeki canlı performansları, gerek ses kullanımı gerekse beden dili bakımından tam bir savaş, bir meydan okuma ve kavga tadında geçer. Hep arşta, zirvede, şiddetli bir gerginlikte dışavurur tüm belirimler. Söyledikleri şarkı çok mutlu bir şarkıysa bile bu çılgınca ve avaz avaz yaşanan bir mutluluktur ve her halükarda şiddet taşır. Bir yâre sevdiklerini söylerken bile dövercesine tutkulu söylerler. (Buna ennn harika örnek: Rachelle Ferrell/ I Can Explain/ Live Studio Session/ Süre 9.33-9.55 arası. Linki şurada: https://www.youtube.com/watch?v=hjEsQWoBU_o ) Bunların yanısıra, ikisi de, soprano oluşundan, karakteristik siyahi gırtlaklarından ve ses gücü imkanlarından maksimum düzeyde faydalanır; hatta sınırlarını fazlaca zorlar ve sahip olduğu okuyuş yelpazesinin, ses tekniklerinin ve nağmeleme çeşitlerinin tümünü bazen tek bir şarkıya sığdırmak gibi zorlu ve kompleks bir yol seçerler. Bunların nedeni de çok açık ki, ikisinin de mizacının coşkulu ve tutkulu olması, sınırları zorlamaktan hoşlanması, zor olanı seven bir karakter yapısına sahip olması, abartmayı sevmesi ve ruhlarının hep voltajı yüksek hisler duyumsamasıdır.  (Bunlar aslında tipik bir Afro-amerikalı ruh halidir.) Zira eser, sanatçının mizaç aynasıdır. Ve yanlış mizaç biçimi yoktur. Bu gibi sanatçıların dinleyici kitleleri de zaten aynı şekilde bu mizaca yakın insanlardan oluşur. -insanlar genelde, özdeşim kurabildikleri ve kendine yakın buldukları sanatçıları severler.

Şimdi bu sanatçıları, sessiz-sakin bir kişilik yapısına sahip, ruhu dinlendiren müziklerden hoşlanan ve Souad Massi gibi, Enya gibi, Yavuz Bingöl gibi, Orhan Hakalmaz gibi dingin vokalleri dinlemeyi seven bir dinleyici kitlesine dinlettiğinizi düşünün... Evet, güldük. Elbetteki hepsi tüm bu belirimleri çok abartılı ve delice bulacak ve ortak yorumları kuşkusuz ‘’dinlemesi yorucu’’ olacaktır. Bu kanaat, ‘’Benim için yorucu’’ ifadesinde kaldığı sürece kendi öznel kanaat bağlamı içinde kabullenilirdir ve ‘’sanatta görelilik’’ tam da bu noktada devreye girmektedir, lakin ‘’Bu kadar yorucu ve abartılı olduğu için çok kötü ve başarısız’’ gibi bir yorumda bulunmak, açıkladığımız nedenlerden ötürü çok isabetsiz ve mesnetsizdir. Neticede sanatçılar, tam da yapmak istedikleri şeyi en iyi şekilde yapmışlardır ve teknik bir kusurları da yoktur. Bu gibi yorumlarla aslında farkında olmadan sanatçıların bizzat mizaç biçimlerini eleştiriyor ve ‘Sen neden böyle var oldun ki’ demiş olarak kişiliklerini yargılıyoruz.

Peki bu minvalde yorumlar, meşruluğunu nereden almaktadır ve hangi ölçüte yahut ne menem bir ölçer alete dayandırılarak nesnel bir edayla kabul beklemektedir diye tefekkür ettiğimizde, karşımıza o klasik toplumsal olgu çıkıyor: Çoğunluk. Bir eser, muadillerinden farklı olduğu nisbette marjinalde; çoğunluğun icrasından uzaklaştığı nispette ötekide kalıyor. Tıpkı toplum içindeki insan teklerinde olduğu gibi... Çünkü insan zihni bir şeyi değerlendirirken ister istemez, geçmiş tanık olmuşluklarından yola çıkarak ve onlarla mukayese ederek bir kanaate varıyor, keza zihinde ancak bu geçmiş tanık olma birikimleri bir yorum yapma gücü oluşturuyor. Bu arkaplan, insani bir durumdur, anlaşılabilir bir olgudur. Fakat, başka yeni yeni imkanlara kapı kapamak gibi sakıncalarından kaçınmak lazımgelir. Zamanında Van Gogh’un başına gelen de bunun sonucuydu. Eserleri, o güne dek görülmemişliği ve benzersizliği nedeniyle yadırgandı ve ötekileştirildi. Şimdi bir sanat tarihine mal olmuş bu ressam, yaşadığı dönemde ömrü boyunca değeri bilinmeyen ve yalnızca tek bir tablosunu satabilmiş bir sanatçıydı. Bunlar neden olsun?

Siz bir edebiyat profesörü olarak, bir romanın çok fazla süslü bir uslup seçilerek (yani yanlışlıkla değil; tercih ile) yazılmasını bir negatif eleştiri konusu haline getirebiliyorsanız, -ki akademide çokça yapıldı-, bu zamana dek okuduğunuz çoğu romandaki benzer ayarlarda olan uslupların sizde oluşturduğu ‘bu böyle olur’ şeklindeki genel kanaat, vizyonunuzu daratmış demek olmaklığındandır bu. Sanatı tıkatan işte budur: Gerek çoğunluğun bilindik beklentilerinin ve gerekse bu otoriteleşmiş kişilerin, kendi kişisel kanaatlerini nesnel kisvelerle kitlelere kabul ettirmesidir. Oysa bir ‘Roman Tanrısı’ yoktur ki bu işin asla inkar edilemez kanuniyette doğrularını ortaya koymuş olsun... Zamanında sizin bizim gibi insanlar tarafından ortaya konulmuş öznel kanaatleri, tanrı buyruğu gibi değişmez nitelikte görmek ve değişen zamana ve biçem imkanlarına karşı savunmaya, korumaya, taşlaştırmaya çalışmak ancak zararlı bir muhafazakarlık doğurur. Aynı kaderi geçmişten bugüne opera sanatı yaşıyor.

Bestekârlara, verili besteye sadakat, okuyucuların/ses sanatçılarının yorum imkanlarını kitliyor. Sanatçı, bestenin adeta kuklası haline geliyor; üzerinde hiçbir tasarruf erki olmuyor. Bestekâr, seslendiriciyi adeta bir uşağı gibi tutmuş ta şöyle demektedir sanki: ‘Ben tam olarak ne yazdıysam sen aynen tıpatıpını söyleyensin’... Nota metnindeki en ufak bir değişiklik, ‘’yanlış okumak’’ olarak telakki ediliyor ve kabul görmüyor. (Bu anlayışın nedenleri ve sonuçları ayrı bir yazı konusu.) Aynı katılık bizim Klasik Türk Musıkimizde de hakim iken (tüm 'klasik'leşen sanat geleneklerinin doğasında bu korumacılık var), şükürler olsun ki son 50 yılda bir şekilde ön plana çıkarılan ‘’yorumculuk’’ olgusu, sanatçılarımızı eskiye nazaran biraz daha özgürleştirdi ve eserlerimize can geldi, taze taze kan geldi, yeni perspektifler, tadılmamış lezzetler geldi. Bunun yanında yine de eski muhafazakarcı anlayışlar, acımasız eleştirilerle varlığını sürdürmüyor değiller.

Sonuç olarak teknik nesneldir; yorum özneldir. Ve sanatçı teknik hata yapmadığı müddetçe her fraksiyondan yoruma başvurabilir; -vurmalıdır; -vurduğu nisbette sanatçıdır. İşte sanatta nesnellik ve öznelliğin sınırları tam bu iki ayrımdadır ve sanat eleştirileri de bu ayrımlar gözetilerek geliştirilmelidir.

Sanatçı bir aktarıcı değil bir üreticidir; bir koruyucu değil bir başkalaştırıcıdır; bir sürdürücü değil bir devindiricidir.

Sanatın; yeni olanı, benzersiz olanı, sıradışılığı-yaratıcılığı-üretkenliği ve imkanların imkanlarını kucakladığı ve insan doğasını deşeleyerek estetik bir form halinde sunduğu gerçekliğinin farkındalığıyla kalmak temennisi ile...

 

-Ben detone olmuyor isem, 7. oktav tize çıkmışım kime ne;

-Ben beceriksiz çizmiyor isem, çiğ boyalarla resmetmişim kime ne;

-Ben anlatım bozukluğu yapmıyor isem, bir sayfalık tek cümleli paragraf yazmışım kime ne...


Sacide Eftalya Fettahoğlu 


24.04.2019 (-bu tarih, müziğe mesleki anlamda başlamadan kısa bir süre evveldi) 

Yorumlar

  1. Tek nefeste, çok hak vererek, bir yanımın doğruluğuna üzülmesine rağmen diğer yanımın "Artık dile getiriliyor, ne mutlu umut var." hisleriyle sevinmesini seyrederek, hem hâlâ her yere kök salmış bağnazlıktan tiksinip,hem işleyen beyinlerin önüne kırmızı ipek halılar serme içgüdüsü ile okudum yazınızı.

    Tek bir yerine bir küçük ekleme yapasım var,içimde kalmasın..
    "Sanatçı bir aktarıcı değil, bir üreticidir." diyorsunuz.
    Sanatçı hem bir üretici, hem ürettiğini aktarıcı,hem aktardığı yaşadığı zamanda anlaşılmasa da,geleceği inşa eden öngörüsüne ket vurulmasına müsamaha göstermeyen bir savaşçı olma durumunda gibi geliyor bana. Her ruh, her beyin ve her mizaç bunu kaldıramadığı için herkes sanatçı olamıyor diye düşünüyorum.
    Lâkin aktarıcı değil derken, geçmişte üretilen sanatları aynen aktarmak yerine zenginleştirerek aktarır anlamında veya yeni şeyler üretir anlamında ise çok haklısınız.

    Düşünen,sorgulayan beyinleri,gerçek sanatçıları çok seviyorum..Vârolsunlar...

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kendini Gerçekleştirmek Üzerine

Bana ''Hayvansever'' Diyen Kişi 'Hayvansevmez' Olmalıdır...

Varlık ve Sınırları Üzerine