Kusurlu Yaratım Teorisi ve Teolojik Temelleri

 


(Resim: Truman Show Filminden)

Kusurlu Evren Teorisi ve Teolojik Temelleri

Evvela belirtmeliyim ki bu yazıda kusursuzluk ve mükemmellik kelimelerini eşanlamlı olarak kullanmıyor, karşıt kutba yerleştiriyorum. Yani, kusurluluk ile mükemmelliği eşanlamlı olarak alıyorum. Bu yazı, bu üç sıfatı ve kavramı TDK’daki tanımlarından bağımsız olarak ele almaktadır. Zira bu yazıdaki diskura göre, mükemmellik, kusursuzluk demek değildir. Bilakis, mükemmellik, kusurluluklarla inşa edilmiş bir sistemin, işe yararlılık bakımından en kemal sonucu demektir. Bazen mükemmellik kusur ister. Hatta bazen, kusurluluklardır mükemmeli inşa eden. Şimdi o halde, neyden bahsettiğimizi serimleyelim…

Allah aslında bu dünyada her şeyi bilinçli olarak kusurlu yaratmıştır ve bu, bize duyduğu bir çeşit merhametten kaynaklanır. Zira bu denli arızalı iken dahi onun büyüsüne kapılmaktan kendimizi alıkoyamazken, eğer her şey tastamam halde ayarlı olsaydı kendimizi dünyanın çekiciliğinden uzak tutmamız çok daha zor olacaktı.

Allah'ın mükemmel bir yaratıcı olduğunu kabul etmemiz için her şeyi kusursuz yarattığı düşüncesine inanmamıza gerek yoktur. Sanıldığının aksine, Allah tam da bu inceden inceye kusurluluk ayarını yapmış olmaklığıyla mükemmeldir. Öyle ki, bu kusurluluğun, bir çeşit kusursuzluk olduğu da söylenebilir -eğer paradoks rahatsızlık vermeyecekse.

Yaratılışla ilgili tüm ayetlerde, evrenin çok güzel yaratıldığından, çok sağlam yaratıldığından, iyi düşünülerek ve sistem dâhilinde yaratıldığından bahsedilir (Mülk 3-4, Mümin 64, Secde 7, Kaf 6, Neml 88) fakat kusursuz yaratıldığından hiç bahsedilmez. Çünkü ki tek kusursuz olan, doğasının zorunlu sonucu itibariyle, ancak ki yaratıcının kendisidir. "El-Kuddüs" ismi ile, "her türlü noksanlıktan münezzeh olan" tek varlık yalnızca Allah olduğu için, evrenin kusurlar ve noksanlıklarla dolu olması, tam da bu bilgiyle tutarlı bir sonuçtur.  Evet; ‘Eser yaratıcının aynasıdır; kusursuz bir tanrı nasıl olur da kusurlu bir evren yaratabilir?’ denerek bu görüşüme itiraz edilebilir fakat bu yine de köklü bir yapısöküm olmayacaktır. Zira dünya, tüm can alıcı güzellikleriyle Yaratıcı’sının gayet de büyüleyici bir aynası iken, imtihan amaçlı yaratılmış olması gibi önemli bir belirleyen de, onu, zorluklarla ve kötülüklerle dolu bir parkura çevirmek için gayet yeterli bir meşrulaştırıcı olarak belirir. Bu da tezimizi bir kez daha doğrulamaktadır: Allah, dünyayı kasıtlı olarak kusurlu yaratmıştır ve bu, mükemmel olandır. Kusursuz yaratmak –elbette ki - elindeyken, O bunu bazı sebeplerden ötürü özellikle tercih etmemiştir.

Deneyimlendiği süre boyunca bizi çeşitli imtihanlara tabi kılan ve de nihayetinde sonlu olan bir dünya, zaten doğası itibariyle kusursuz olamaz. Bu sebeple de bünyesinde taşıdığı makrodan mikroya her türlü done de, kendiyle tutarlı bir biçimde kusurlu şekilde var olmuştur. Zira her parça, bütününün özetidir. Dünya bütünlüğünü oluşturan tüm parçalar da, bu bütünün kendisi gibi eksik, yer yer arızalı ve de insan için üzücü özellikler taşımaktadır. Bu sebeple de onlara tam manasıyla gönül bağlamak bütünüyle yersizleşir ve bundan ötürü de her şey her zaman bir miktar mesafeyi hak eder. Bu paragraftaki fikirler buraya kadarki bağlamına kadar belki Varoluşçu felsefeyi andırsa da, buradan sonraki yorumlanışı bu felsefeyle taban tabana zıttır. Zira -bence- Allah'ın merhameti tam da bu kusurluluk nüanslarında yatmaktadır. Nitekim bir şeye bağlanmak istediğimizde onun içindeki birtakım kusurlar, marazalar, arızalar yahut eksiklikler bizi muhakkak kendinden itip uzaklaştırmaya direnir. Bu sebeple de sevdiğimiz şeylere tapınacak kıvama gelmemiz daha güç hale gelir. Bu da bizi, O’nun bizden isteklerini daha kolay uygulayabilir bir kıvama getirir. Allah bunca kusurlu dizaynıyla bizi sınadığı kadar, bize yardım da eder.

Hayata bu perspektiften baktığımızda, sevdiğimiz pek çok şeyin fark etmediğimiz kusurlarını görmeye ve idealize ettiğimiz her şeyin esas gerçekliği hakkında aydınlanmaya başlarız ve o şey gözümüzde küçülüverir. Lakin bu genelde hiç istenmeyen bir şeydir. İnsan, çok sevdiği her şeyin kusursuz olduğuna inanmak ister ve o şeydeki her çeşit eksiklik ihtimali onun için tat kaçırıcıdır. Öyle ki, bunları hasbelkader fark edecek olsa bile derhal görmezden gelme refleksi gösterir ve mutlak huzurun kolaycı konforuna sığınır. Lakin bu halının altına süpürülenler büyüdükçe, ilerisi için aslında daha büyük huzursuzlukları besleyip büyütmekte de olur. Bunu en yaygın kadın-erkek ilişkilerinde gözlemleriz. Kişi, sevgiyi ve duyguyu içinde tek gerçek yönetici olarak belirlediğinde, aklın görmesi gereken tüm gerçeklikler susturulur ve bir gün bu susturulanlar kişinin karşısına er ya da geç bir hayal kırıklığı olarak dikilirler. Vaktinde görülmüş olduğunda çok doğal karşılanabilecek olan tüm bu gerçeklikler, vaktinden sonra artık birer facia görünümünde tebarüz ederler; çünkü başta reel bir bilgi türü olabilecek olan bu veriler, bu vakit geçtikten sonra artık birer yanılgı kategorisine girmişlerdir.

Dünyanın, özellikle kusursuz yaratılmak istenmeyişini daha iyi anlayabilmek adına,  insanlar için dünyada en çok keyif alınan ve hayatı yaşanılır kılan güzellikleri biraz düşünmemiz gerekiyor... Sanat, hayvanlar, doğa, aşk, spor, yemek, cinsellik, anne-baba olmak, başarı vs… Tüm bunlara kusurlu olduğu varsayımıyla baktığımız an, tüm bu gerçeklikleri bize kendiliğinden görünmeye başlayacaktır. Bence ‘’kusur arayan kusur bulur’’ sözü, tam da, bu gerçeği fark etme yeteneğimiz için söylenmiştir.

Sözgelimi hayranlıkla baktığımız doğada sistem, hayvanların birbirini öldürmesi sayesinde işler. Dünyada hayatta kalışımız gibi kritik bir güzellik bile, ekosistemde her gün binlerce hayvanın birbirini öldürerek işletebildiği bir besin zinciri çirkinselliği sayesinde olur. Bence böyle bir doğa sistemine kusursuzluk nazarıyla bakmak, ancak öyle inanmak istememizden kaynaklanan bir duygusallıkla mümkün olabilmektedir, zira bu algı tam bir gerçeklikle örtüşememektedir. Evet, doğa bütünüyle çok güzel bir fenomendir (Secde 7), büyük bir düzen ve planlılık üzere de kuruludur (Neml 88) ancak çok fazla kötülük ve çirkinlikler de içerir; zira bize buranın bir cennet değil de yalnızca dünya olduğunu hatırlatması gerekir... Bağlanmamızı istemediği bir yere bizi yollayan bir tanrı ve dahi bizi çeşitli konularda sınamak için orada geçici ve kısa süreli olarak tutan bir tanrı, zaten o yeri kusursuz tasarlamış olamazdı ve ama evet, mükemmel tasarlamış olurdu...

İnsana en yüce duygular yaşatan ebeveynliği düşünelim. Tüm varlığını evladına adamaya ayarlı olasıya çok büyük sevgilerle kaplı bir kalp, gelin görün ki evladından aynı sevgi dönütünü hiçbir zaman alamamak gibi bir acıya yazgılıdır, çünkü bu aynı sevgi ayarı evlada verilmemiştir. Hatta ki ebeveynler yer yer nankörlüğe varasıya değin haksız dönütlerle karşılaşırlar. Evlat da yine kendi evladına karşı bu sevgi ayarını taşırken, kendisi de kendi evladından bu sevginin karşılığını asla tam olarak alamaz ve ebeveynine yaşattığını, bir ebeveyn olarak kendi de yaşar. Dolayısıyla ebeveyn-çocuk arasında hiçbir zaman dengeli bir işteşlik ilişkisi söz konusu değildir ve bu kusur, anne/babanın evladına tapınasıya bir sevgi duymasını güçleştirici bir işlev görmekliği bakımından çok yapıcıdır.

Konuya tam tersinden de bakalım. Kişiyi hayatında en çok sevebilen insanlar anne-babasıyken, ona hayatında en çok zarar veren insanlar da yine kendi anne babasıdır. Şöyle ki ebeveynler, doğası itibariyle bir insan üzerindeki en büyük etki ve erk kudretine sahip mercii olarak, doğduktan itibaren kişinin ruh hamurunu yoğurup kalıcı sonuçlara sebep olabilerek çocuklarında illa ki bazı travmalar bırakırlar. Her anne-baba, gerek yanlış eğitimden, cehaletten yahut mizaç yapılarından olsun, gerekse kendi anne-babasından taşıyageldiği travmalardan yahut psikolojik açmazlarından kaynaklı olarak, çocuklarına illa ki kalıcı zararlar verir. Makro yahut mikro olsun, muhakkak bir derece canını yakmış olur ve de bunu birkaç konuda yapar. Bu zararlar en kritik yaşlarda verildiği için de, kişilerin hayat boyu taşıyacağı müzmin travmalar olarak, hayatında yerleşikleşirler. Tüm bunların yanı sıra, ebeveynlerimizin bize taşıdığı esas acılar, epigenetik yoluyla bize aktardığı atasal karmalardır –ki bunların etkisi, demin saydıklarımıza nispetle, hayatımız üzerinde çok daha etkindir. (Lakin bu konuyu dallandırıp budaklandırmak, yazının ve kitabın kapsamını bambaşka bir yere taşıyacağı için, bu kadarıyla değinmek şimdilik yeterli olacaktır. Bu konu için, Aile Dizimi terapisi ve Bert Hellinger araştırılmalıdır.) Görüldüğü üzere, en kutsal görünen anne-baba-çocuk ilişkisi bile, karşılıklı olarak çok köklü acılara gebe halde yaratılmıştır ve bunlar da, Allah'ın dünyayı bir imtihan (bir başka deyişle ‘’karma’’) olarak yarattığı söylemleriyle örtüşen durumlardır. Aynı zamanda Allah'ın tutarlılığının da bir göstergesidir; O, anne ile çocuk ilişkisine dahi karşılıklı kusurlar iliştirmek suretiyle, bunun cazibe dozajını dünya vasatlığı seviyesine çekerek, belli bir sığlığa sabitlemiştir.

Örnekler çoğaltılabilir. Bir de, insanlığa var oldu olalı en çok suç ve günah işleten konu olan cinselliği masaya yatıralım. Dünya hazları içinde gerçekleşimi en sınırlı eylem olmasına rağmen bu olgunun sicilinin bu denli kabarık olmuş olması aslında hem çok şaşırtıcı hem de çok öğreticidir. Zira bu konuya duyulan bu denli yoğun talep, aslında bize dünyadaki eğlence türlerinin ne denli az sayıda olduğunu ve seçeneklerimizin ne denli sınırlı var edildiğini de göstermektedir evvela. Esas şaşırtıcılıksa, malumdur ki insanoğluna devletler kurdurup devletler yıktıran bu idsel arzunun gerçekleşiminin en nihayetinde hepi topu 10-20 saniyelik bir orgazm süresiyle ve de her seferinde de bu istenilen sonuca ulaşamamak gibi sınırlılıklarla donatılmış olmasıdır. Bu çok fazla ironiktir. İnsanlığın tüm bu şartlara rağmen cinsellikten sebep işlediği sayısız majör suçlar düşünüldüğünde, Allah eğer cinselliği bu denli kısıtlı gerçekleşmeyen bir çapta yaratsaydı nelerin nelerin daha vuku bulabileceğini düşünmek hiç de zor değildir. Dolayısıyla cinsellikteki bu kısıtlı yaratılış da, gerek insan nefsinin kendini daha kolay dizginleyebilmesi gerekse toplum refahının kontrol altında kalması bakımından insan için aslında bir nimettir. Öteyandan, tıpkı diğer şeyler gibi cinsellik de insana devamlı olarak, dünyada mutlak huzurun ve mutmainliğin mümkün olmayacağı mesajını ısrarla verme ayarında tasarlanmıştır.

Birbirini tümlemesi için yaratılmış olan kadın-erkek doğası üzerine düşündüğümüzde de farklı bir manzarayla karşılaşmayız. Kadın doğasının ruhsal ihtiyaçlarıyla erkek doğasının ruhsal ihtiyaçları arasındaki büyük makas, yahut kadının zihin mekanizmasıyla erkeğin zihin mekanizması arasındaki yine o çok büyük farklılık, birbirlerini anlama ve doyurmada ilişkilerini her daim güçleştirir. Bu güçlüğün dozajı çiftten çifte büyük farklılıklar gösterse de, her daim mevcudiyetini korur. Bazı çiftler bu farklılıkları yönetmede ve bu farklılıkları aracılığıyla birbirlerinin eksikliklerini örtmede aklıselim davranabilmeleri sayesinde huzurlu bir birliktelik elde etmeyi başarabilirken, çoğu çift bu ayrışmaların girdabında boğulur ve mutsuz olur. Sonuç olarak kadınlık ve erkekliğin doğasını bilip kavramak, eril-dişil enerjiyi karşılıklı olarak dengelemek ve buna uyumlu bir alma-verme dengesi inşa etmek belli bir efor ister. Bu efor ve emek de aynı zamanda belli bir bilgi ve bilinç seviyesi gerektirir. İşte bu güçlükler ve çalkalanmalar da, yine Allah tarafından bilinçli olarak tasarlanan ince bir arızadır; çünkü tıpkı ebeveyn-evlat örneğinde olduğu gibi, bir insana duyulan ayarsız bir sevginin ve önüne ketler konulmamış bir tutkunun insanlara büyük zararları olacaktır. Dünyada olan her şey dünyaya dairdir ve dolayısıyla onlara duyacağımız tutkular da dünyevidir; bu sebeple onlarla ilişkimiz frenlere dayanmaz ise de, kaçınılmaz olarak dünyevileşiriz. Daha da önemlisi bu şeyler, çok kolaylıkla Allah’a duyduğumuz sevginin ve kulluğun önüne geçerler ve bu da, dünyada bulunma sebebimizin mantığına aykırı olmak yönüyle bizi doğrudan şirkin sınırlarına sokar. (Şirk: Birini yahut bir şeyi Allah'ın yerine koymak.) Kaldı ki kadın-erkek bu denli uyum güçlüğü yaşarken dahi kendini böyle bir sondan uzak tutmakta zorlanırken, bu kusurlar da olmasa insanın insana kulluğunu önlemek artık ne denli mümkün olabilirdi, konunun bam teli bence burasıdır.

Yine aynı konu bağlamında, evliliğin de benzer zorlu doğayla yaratıldığını vurgulamak isterim. Kadınlık-erkeklik dengesinin kurulmasının yanı sıra bir güç etken de şudur ki; insana, güzelliklere karşı çok kolay duyarsızlaşan ve alıştığı şeylere karşı hayretini çok çabuk yitiren bir yapı veren Allah, aynı kullarına, ömür boyu aynı insanla yaşamak gibi ağır bir tavsiyede bulunmuştur. Bunun güçlüğünü biliyor olmasından, yani amiyane tabirle, ‘yarattığı malı biliyor’ olmasından kaynaklı bir anlayış ve merhametle de, boşanmayı zaruri durumlarda bu yüzden serbest kılmıştır. Hatta bu konuda öyle anlayış ve merhamet göstermiştir ki, boşanma sayısına da bir kota koymamıştır. Kadın ve erkeğin, evlilik öncesi birbirlerine duydukları tutkuyu, sevgiyi ve saygıyı koruyabilmeleri için ancak ve ancak, bir derece akıllı-bilgili ve bir derece de ahlaklı olmaları gerekmektedir. Zira rutinin bezdiren ve tüketen doğası karşısında ayakta kalmak, ancak ki iki insanın da entropi ile yarışmasıyla mümkündür ve bu belli bir donanım ve nitelik gerektirir. İşin doğrusu, insanların çoğu böyle bir donanıma sahip olmadıkları için huzursuz bir evlilik yaşarlar. Öte yandan, birbirlerini sevdikleri gibi önemli bir gerekçeyi öne sürerek birbirlerine saygısızlık yaparlar ve zamanla bu saygısızlıkları, sevgilerini de öldürür ve sevgileri öldükten sonra da saygısızlıkları daha da kızışarak artar.

Birlikte yaşadığı insana hep aynı hayret nazarıyla bakabilen; bağlarının eskimemesi için ilişkilerine devamlı olarak yenilik ve farklılık üretmek emeği gösteren; saygının sevgiden daha önemli olduğunu bilerek her durumda onu korumaya özen gösteren nitelikli insan sayısı oldukça azdır ve bunun böyle olmamasında da pek çok sebep yatmaktadır. Ne var ki bu da apayrı bir başlık konusudur. Sonuç olarak böylesi bir tasarım da, ancak ki yine Allahın bizi imtihan etme biçimlerinden ve 'bu dünyada mutlak huzur ve mutmainlik yoktur; çok bağlanmayın' deme biçimlerinden biridir.

Örnekler ve analizler sonsuza dek çoğaltılabilir. Neyi incelesek her seferinde göreceğimiz şey, imtihan/karma için geldiğimiz sonlu bir dünyanın ve de fiziki ve ekolojik düzenine varanadeğin kusurluluklarla dizayn edilmiş entropik bir dünyanın, bünyesinde barındıracağı diğer tüm şeylerin de kendi gibi kusurlu, sonlu, sınayıcı, yer yer acılı, doyurmayıcı ve de yorucu olacağıdır. Zira yazının başında da dediğimiz gibi, parça bütünün aynasıdır. Zaten, bizden mesafeli durmamızı ve bağlanmamamızı istediği şeyleri kusursuzca ve doyurucu şekilde yaratmış bir tanrı, hiç adil bir tanrı olmazdı. Bu kusurlulukları mükemmel kılan şeyse, bizi büyütmesi, bize pek çok şeyi öğretmek suretiyle ruhumuzu tekâmüle sevk etmesi ve bizi Allah’a daha fazla yaklaştırmasıdır.

Burası, bize mutluluk vaat edilen esas yer (cennet) değil; o yeri emeğimizle hak etmemiz için gönderildiğimiz geçici bir parkurdur ve bu parkurda hem cennetin hem de cehennemin kısa kısa demolarını deneyimlemekteyiz; fakat bu deneyimlerin hiçbirisi, ne cennet kadar mükemmeldir ve ne de cehennem kadar felakettir.


Sacide Eftalya Fettahoğlu

Kasım 2021


(Bu arada, resmini paylaştığım filmi izlemenizi de kuvvetle öneriyorum.:))

Yorumlar

  1. Yazınız gene oldukça düşündürücü, farklı, besleyici ve ufuk açıcı...Keyifle okudum.
    Fakat iki fikrinize katılmıyorum:

    Birincisi:Bence çocuklar ebeveynlerini daha fazla severler.
    İkincisi: "Allah, dünyayı kasıtlı olarak kusurlu ve mükemmellikten uzak yaratmıştır. Kusursuz ve mükemmel yaratmak –elbette ki - elindeyken, O bunu bazı sebeplerden ötürü özellikle tercih etmemiştir. " cümlenizdeki mükemmellikten uzak tasviri tam oturmuş olmadı diye düşünüyorum. Yerine ne yazılabilirdi düşünüyorum..Yani bilerek kusurla vâretmesi fikrini anlıyorum ama mükemmellikten uzak oluşu anlatılmak istenen düşünceden farklı sonuçlara kapı aralıyor gibi geldi ki bu rahatsız etti beni. Böyle olmamış olmalı...

    Okurken hiç böyle düşünmemiştim dediğim birçok cümle oldu ki bu çok değerli...Fikrî katkınız için çok teşekkür ederim.


    YanıtlaSil
  2. Bu yazınızla düşünür oldum ki;çok kıymetli zihinleri,bu zihinlerden sızan yaşam kaynağı denilebilecek sırların haritasını, bu haritalarla yönünü bulmaya muktedir olabilecek az sayıda donanımlanabilmiş kıymet bilen kişilerin ellerinde sıkı sıkıya tuttukları anahtarlarıyla ulaşılan hazinelerin paha biçilemezliğini ve dönüp bakınca o kıymetli zihinlerde bitmeyecek hayretleriyle şahit oldukları gerçek anlayışın lezzetini, rüzgarlı bir havada nefes alınmadığı halde kendi kendine içine dolabilen derin bir nefes gibi içine doldurabilen insanların huzurunu ancak bu denli idraki hür , aklı hür , üslûbu hür kelimelerin sahipleri sağlayasıdır...Şeref duydum tekrar...Vârolun 💐

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kendini Gerçekleştirmek Üzerine

Bana ''Hayvansever'' Diyen Kişi 'Hayvansevmez' Olmalıdır...

Varlık ve Sınırları Üzerine