Sanatçıların Özgürlüksüzlüğü
Sanatçıların
Özgürlüksüzlüğü
‘Sanatçı sanatını icra ederken özgür müdür?’ sorusu, özde
toplumsal diktaları, mahalle baskısını yahut siyasi ambargoları ve ifade
özgürlüğü meselesini sorunsallaştırmaz. Zira konu bu dış etkilere gelenedeğin,
evvela zorunlu olarak insanın içsel kısıtlarını söz konusu eder. Yani
sanatçının özgürlüğü meselesini tartışmak, evvela insan özgürlüğünün imkânı
meselesini tartışmak demektir.
Sanatın doğası icabı sanatçının özgür olması gerektiği, bir
önkoşul olarak kabul edildiğinde, bu konuyu masaya yatırmanın hayatîliği daha
da açığa çıkar. Yani yaratıcılığın, üretkenliğin ve benzersizi ortaya koyma
çabasının güdüldüğü bir sahada, belirlenmiş ve özgür olmayan bir varlığın
konumu, çok trajik bir dilemma olarak belirecektir –ki verili gerçek de aslında
budur. Yani, insanın özgürlüksüzlüğü gerçeği, sanatçı için ekstra büyük bir
sorun görünümünde belirir.
Evvela tespit edilmesi gereken kısıt, insanın, kendi mizacının nesnesi olduğudur. Yani doğduğumuzda,
ruhumuz, henüz ayırdında olmadığımız bir kişilik biçiminin içinde var oluverir ve
biz bu mayanın belirlemişliği içerisinde kendimizi tanımlar ve inşa ederiz. Ben
dediğimiz kendilik, kendi seçimlerimizle oluşmamıştır; bize verili bir ben’i sahiplenme ve geliştirme ile kişiliğimizi
yapılandırmaktayızdır. (Bazı çok hatrı sayılır -ve benim de büyük saygı
duyduğum- okült ilimler bunun aksini söylese de, ben hala, ben olma seçiminin yalnızca
Yaradan’a ait olduğuna inanmaktayım.) Sözgelimi lider olmaktan hoşlanıyorsak,
bu en derinde bizim tercihimiz değildir; doğuştan belirlenmişliğimizin bir
uzantısıdır. (Bu cümlemi, aynı okült ilimler doğrulayacaktır.)Yahut içedönük
bir kişilik yapısına sahipsek, bu, öyle olmayı biz tercih ettiğimiz için
değildir. Zira içimizde oluşan beğeni, eğilim ve istekleri oluşturan biz
değilizdir, yani hiçbiri bizim en sıfırdan inşa edişimizle oluşmazlar; bilakis,
onlar, geçmiş atalarımızdan getirdiklerimiz ve de kendi belirlenmiş öz mayamız doğrultusunda,
kendi kendiliğinden var oluşluklarıyla bizi inşa etmektedirler. Sonuç
olarak onlara uymak, uyumlanmak ve kanalize etmekle kendimizi tanımlarız.
Kişilik dediğimiz şey kabaca böyle oluşur ve yapılanır. Yani kişilik
geliştirirken yaptığımız şey aslında bir mizaç
özyönetimidir; sıfırdan bir inşa faaliyeti değildir. İleri aşamasıysa bu
mizacı bir restorasyon ve revizyona sokmaktır. Yani bu işlemlerle biz, verili
olan bir ham maddeyi işleyip belli form ve seviyelere taşımaktayızdır.
Dolayısıyla bu olgular, bir sanatçının eser üretiminde ve
yorumunda aslında gayet de edilgen ve belirlenmiş olduğu gibi bir sonuca
karşılık gelir. Yani sözgelimi bir şair, sırf gizemi seven bir kişilik
yapısıyla yaratılmış olduğundan dolayı sembolist şair olmuş olabilir yahut
sürrealist bir ressam, sırf sıradışılığa tutkun bir zihin yapısı içinde olduğu
için, elde olmadan bu akıma yönelmiştir veyahut da sakin ve munis bir mizaca
sahip bir ses sanatçısının sesini yumuşak ve düşük tonlarda kullanması da yine
bu elde olmayan bağlantı hasebiyledir. Bu
demektir ki sanatçı sanatını çok fazla üslup/akım/stil seçeneği arasından seçip
de, yüzde yüz kendi iradesi dâhilinde bir sanat anlayışı inşa edebiliyor
değildir; bilakis, onca tercih içinde hiç de hür değildir ve seçmeye yazgılı
olduğu eğilim, mayası itibariyle aslında çok belli belirlidir.
İşte -zaten örtülü olarak farkında olduğumuz- bu gerçek
hatra getirildiğinde, birçok sanat tartışmasının da içi kendiliğinden boşalır
olur. Sözgelimi, şiiri toplum yararı için tanımlayıp toplumcu olmayan şairleri
fildişi kulesine çekilmekle ve bencillikle yadırgayan sosyal yönü ağır basan kişilik yapısında şairlerin (mesela Toplumcu
Gerçekçi akım) eleştirileri bu minvalde anlamsızlaşıverir. Yahut içinden avaz
avaz haykırmak gelen dışadönük ve hiperaktif bir müzisyenin ortaya koyduğu tüm
yaygın-dışı abartılı belirimler, bu mizaç ve belirlenmişlik konusu hatra
getirildiğinde anlamını bulur. Bu gibi
eleştiriler aslında eserin kendisini değil, sanatçının mizacını bir
eleştiridir. Yani ki sanatçı, sanatçı olmaya yazgılı olduğu kadar, ortaya
koyduğu sanatının biçimine de yazgılıdır ve bu yazgının bir doğrusu-yanlışı
olamaz. Bu sebeple tüm sanat eleştirileri, bu gerçek göz önünde bulundurularak
geliştirilmelidir. Öznel kabullerin taşlaştırıldığı ve sanatsal formlara din
muamelesi yapıldığı sert paradigmalarla bir sanat eserini değerlendirmek, ancak
kendi zararlı muhafazakârlığı içinde, kendi kendince buyurmuş olacaktır.
Sanatçı için, sanatın biçimi kadar, içeriği dahi büyük
oranda belirlidir. Zira başta mizaç bunu da etkiler. Ayrıca da hem insan
zihninin bir tabula rasa olmaması, yani kişinin, aile geni ve geçmişinin doldurduğu
bir bagajla dünyaya geliyor olması; hem de doğumundan sonra yetiştiği yine aile
ve çevre koşullarının da bu bagaja eklenerek yüklüce bir malzeme teşkil etmesi,
elbette sanatçının sanatında yöneldiği konuları, sorunsallaştırdığı meseleleri,
dikkat çektiği güzellik yahut sorunları da doğrudan etkilemektedir.
Bilincimizde gezinen çoğu verinin bilinçdışımızdan yüzeye
yükselen datalar olduğu ve bilinçdışımızda neler barındırdığımızın bilgisine
erişmemizin de doğal koşullarla mümkün olmadığı ve sonuç olarak seçimlerimizi
bu karanlık seçenekler içinden yaptığımız bir veri olarak hatra getirildiğinde,
insanın bu yönüyle oldukça aciz olduğunu teslim etmekten başka seçeneğimiz
kalmaz. Genel bilinçdışı olgusu bir kenara, epigenetik yoluyla atalarımızdan
getirdiğimiz yetenek, travma, eğilim ve dürtüleri de bu toplama eklersek, manzara
hepten giriftleşecektir. İşte sanatçı, tüm bu bağlayıcı koşullar içinde kendi
olmaya, yani özünü damıtmaya, özgünlük ve yaratıcılık devşirmeye çabalar. Bu
yüzden sanatçı olmak, özünde biraz trajik bir hadisedir.
Sanatçının bir diğer kısıtı da, yine kendi elinde-erkinde
olmayıp doğuştan belirlenmiş olan sanatsal yetenek düzeyidir. Bu her sanat dalı
için geçerlidir ki, bir sanatçı ne kadar çok teknik çalışırsa çalışsın, sahip
olduğu yetenek kalibresinden fazlasını üretemeyeceği ve emeği derecesinde bir
sonuç alamayacağı, aşikâr bir bilgidir. Zira bir konuda bir sanatçının kısa
süreli bir çalışmada kolaylıkla aldığı bir sonucu, bir başka sanatçının üç katı
bir sürede dahi alamadığı/alamayacağı, deneyimlerle doğrulanmış bir gerçektir. Yani sanatçı bazen etmek-eylemek ister de,
taşıdığı -ebilirlik sınırı onun bu arzularına ket vurur. Ayrıca bu eşitsizlik
durumu sadece yetenek konusunda değil, ilham konusunda da aynı şekilde işler.
Yani ilham alma da ve bu ilhamı çok başarılı bir teknik ile ortaya koyma da,
hep elde olmayan sınırlarla mahduttur. Bu konuda akla gelen en karakteristik
örnek, zamanının en yetenekli müzisyenlerinden biri ve saray bestecisi de olan
Antonio Salieri’nin Mozart karşısındaki pozisyonudur. O her zaman Mozart’ın
sanatına hayran ve tutkun, onun gibi üst eserler üretme aşkıyla yanıp tutuşan
ve kendi sanatçılığından da bir türlü mutmain olamayan idealist bir sanatçıdır.
Bu konuyu ele alan meşhur ‘’Amadeus’’ filminde meselenin çok acilite edilip
büyük oranda bir kurguya sokularak işlendiği, müzik tarihçileri tarafından
fazlaca dile getirilmiş olsa da, konunun bizi ilgilendiren bağlamı net bir
gerçek olarak sabittir: Salieri ne yaparsa yapsın Mozart’ın seviyesinde bir
sanatçılık ortaya koyamamakla sınırlıdır –ki, çoğu müzik tarihçisi de
Salieri’nin şanssızlığının Mozart’la aynı zamanda doğmak olduğunu söyler. Sonuç
olarak sanatçının sanatkârânelik büyüklüğünü çok çalışma ile de istediğince
belirleme/genişletme erki yoktur ve bu da onda belirli ve sınırlıdır.
Tüm bu bağlar ve kısıtlar yetmezmiş gibi bizi bir de
zeitgeist kavramı kucaklar. Zamanın tüm fikrî, dini, politik ve felsefî genel
hususiyetleri ve eğilimleri, içine doğan tüm fert ve toplumu etkisi altına
aldığı gibi, sanatçı ve filozoflar da bundan en negatif yönde payını alır.
Dönemin kabul gören genel sanat zevki ve artık demodeleşmiş bulunan akım ve üslupları
her ne ise, sanatçı da bu algı belirlenimlerinin tesiri içerisinde bir çocukluk
geçirir ve dolayısıyla beslenip-beslenmediği kaynaklar da, kendini
biçimlendirişi de bu rüzgârdan büyük oranda etkilenir. Yani içine doğulan çağ
da, kültür de, aile de ve atasal bağlar da, bir kader olmaklıklarıyla kişiyi
sarıp sarmalarlar.
Tüm bu ontolojik belirlenimler bir yana, bir de buna,
yazının ilk cümlesinde değindiğimiz toplumun dikte ettiği ‘olmalı-olmamalı’ları
yahut siyasi sansürleri gibi, doğrudan insanın insana yaptığı somut müdahaleler
de eklenince, sanatçının hayatı artık bütünüyle bir kukla hayatına dönmektedir.
İşte tüm bu şartlar içinde sanatçı, üretkenliğini muhafaza edebilmek için
kendini sanki özgürmüş gibi inandırmaya muhtaç halde yaşamaktadır ve öyle de
inanır. Spinoza’nın deyişiyle: "Şayet havaya atılan bir taş düşünebiliyor
olsaydı, kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı." Zira varlık, var oluşunun tüm ehliyetinin
kendine dayandığına inanmak isteyen, bu arzu ve ihtiyaçla güdülü olan bir
doğaya sahiptir. Hele ki sanatçı doğası… Sanırım bu biraz, Allah’ın bize kendi ruhundan
üflemesiyle ilgili olan dürtü-durumlarımızdan biridir. (Hicr/29) Ancak
düşününce biliriz ki, hepimiz en nihayetinde havaya atılan taş pozisyonundayızdır.
Bizi O, belirli renk ve görüntülerde yaratıp, belirli fiziki şartlarda ve
belirli yüksekliklere fırlatmaktadır. Lakin, belirli amaçlar da için…
Evet, tüm bu anlatılar elbette revize edilmiş farklı bir
özgürlük algısı gerektiriyor. Burada yine Spinoza’nın bir sözüne başvurmak
isabetli olacaktır: "İnsan tam da, çepeçevre belirlendiğini kavradığı
ölçüde özgürdür." Yani özgürlük, tüm bu belli başlı kısıtlılıkların
farkında olarak, bu şartlara uyumlu hareket etmekle mümkün gibi görünüyor –ki
bu, içine doğduğumuz modernist (modern değil, modernist) çağın bize empoze
ettiği özgürlük tasavvurundan oldukça farklıdır. Bu durumda, ya kurgusal olan
bir özgürlük vehmiyle yaşayacağız ya da gerçeği kucaklama cesareti göstereceğiz. Yani biz burada,
bir empozeye yahut yanılgıya inanmaktansa, işimize gelmeyen bir gerçeğin
farkında olmanın daha özgürleştirici olduğunu söylemiş oluyoruz. Öyleyse geriye
bize, havaya atıldığımızda nasıl düşeceğimiz, nereye düşeceğimiz ve düşme
biçimimizin stilinin nasıl olacağı gibi konularda tasarruf etmek kalıyor.
Yine de ‘Tüm bu manzaranın bilgisi sanatçı için gerçekten
gerekli midir?’ sorgusu bence masaya yatırılmalıdır. Yani sanatçı tıpkı bir
bilim insanı gibi, gerçeğin bilgisine olduğu gibi talip olmak zorunda mıdır ve
yaratsal duyuşuna ket vurulması ihtimali pahasına bir gerçeği sırf gerçek
olduğu için kucaklaması gerekir mi diye düşünmekte fayda vardır. Sanatçı ki, bir yerde ‘gerçekliği
güzelliklerle çarpıtmakta mahir kişi’ konumunda iken, gerçekliğe bu denli
sadakat, yaptığı işin doğasıyla da ne denli örtüşür ve sanatçı bu durumu nasıl
karşılamalıdır? Bu sorunun cevabı da, yine sanatçının mizacına ve eğitim
seviyesine göre değişecektir –ki yazıdaki diskur, yine kendinden kendini
örmektedir.
Sanatçı kişi eğer rasyonel ve realist bir kişilik yapısına
sahipse, verili gerçekliği çok sevimsiz bulsa dahi, onu olduğu gibi içmek
ister. Hatta bazen bu sevimsizlik de onun ilham kaynağı olur ve tam da
gerçekliği çok iyi bilmesi itibariyle onu sanatında dâhiyane bir biçimde ‘çarpıtabilir’.
Kimisi de bu gerçekliği bir sevimsizlik olarak değil, hayatın doğal bir
realitesi olarak ele alır ve onunla daha sağlıklı bir işbirliği içinde yaşar.
Bazı sanatçılarsa, havaya atılan bir taş olduğunu gayet de bilir;
ama kendi düşmeye karar vermiş gibi inanır ve –mış gibiliğin huzuruna sığınır. Eğer
ki bu, irdelenilmiş ve üzerinde uzun uzun düşünülmüş bilinçli bir tercihse,
bence en az gerçekliğe sadakat kadar saygıyı hak eder. Zira burada, mizaçtan
kaynaklı olarak, sıkı örülmüş farklı bir zihin kondisyonu sistematize
edilmiştir.
Sorunun üçüncü cevabı da şudur
ki, içinde yaşadığımız çağ özelinde konuşuyorsak, pek çok sanatçı doğuştan ‘özgür’,
yani belirlenimsiz olduğunu vehmeder ve hayatta yaşadığı pek çok özgürlük
problemini de sadece sosyolojik ve siyasi sebeplere bağlar. Bana göre bu, hem gerçekliğe
ayamamışlık hem de ilave yanılgılar içermesi bakımından, sorumuzun en zayıf
cevabıdır.
Dinlediğim bir söyleşisinde beyin cerrahı bir prof. "Beynimiz vücudumuzun %2 si kadar ağırdır ama tüm vücuttaki glikozun %18'ini kullanır.Demek ki adaletle eşitlik aynı şey değildir." dedi.
YanıtlaSilBeyne yapabileceği onca şey varken sadece %2'lik glikoz vermek ne kadar zulüm olurdu...Sanatçılara tekdüze davranmanın bundan ne farkı var ki..Hatta ket vuruculuğa maruz kalmışlıklarına ne demeli..
Yazınızı okuyunca BAZI sanatçıların ve bazı beyinlerin ne kadar zulüm gördüğü canlandı zihnimde.İnsan düşünüyor bu gidişatın değişimi için neler yapılabilir diye..
Bir de bu akıcı ,çok zengin ve üzerinde çok düşünülmüş içerikli,ufuk açıcı,besleyici düşüncelerinizi okuma fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissettim.Teşekkür ederim her bir değerli kelimeniz için...
Bu yazıyı birkaç defa okudum. Kimi yerde (mesela tabula rasa kavramını elinizin tersiyle nasıl da kolay eleyebilecek büyük donanımınızın olmaklığına ki birçok felsefeci bu kadar net olamadı bence) saygıda hiç kusur etmeyerek güldüm. Elbette çok beğendiğim için...Kimi yerde büyük kasvet kapladı içimi (çaresizlik en zor duygulardan biri bence).Kimi yerde de algı büyüdükçe gelişen teslimiyet ve bunun kabul ettiği ölçüde tam anlamıyla idrak edilen kısıtlı özgürlük ve buna razı olarak özgürleşme tanımı alkışlandı zihnimin elleriyle. Ama genel olarak okumak bayağı üzdü beni(Son kısımdaki bırakın biraz mutlu olayım çığlığı özellikle)...
YanıtlaSilBunlara şahit olmak da kolay olmuyor..
Bu yazı son yıllarda okuduğum en güzel yazı...
Arayı çok açmasanız ne iyi olur...
Her okuyuşumda ilk defa okuyor hissi alıyorum bu büyük algıya hayran ola ola.Böyle derin bir bakış açısı, böyle hayret makamında bir dimağ ve böyle saklanmış bir cevheri ardarda gizlendiği perdeleri açarak açığa çıkarabilen bir basiret kanıtı olan bu satırlar ne denli büyük bir hazine böyle...Ne büyük bir tefekkür...Ne kadar güzel bir aktarım...Hz.Ali'nin "Kırk yıl kölesi olurum. " dediği öğretici misali edinimler...
YanıtlaSilVârolun 💐
💐
YanıtlaSil